31 Ekim Cumartesi
1 haftadır yapayalnız yaşıyordum. Malum elim olaydan sonra iletişim kurduğum tek bir insan bile olmadı. Evim bomboştu. Kafa dinlemem için idealdi aslında. Bundan keyif almıyor da değildim. Bu şekilde zaman geçirirken ailemden bir haber aldım.
Kaş’taki yazlık, salgın sebebiyle ailemin kalmayı tercih edeceği bir meskene dönüşmüştü. Beni de inatla davet ettiler fakat gitmeyi düşünmedim. 1 haftalık olarak düşünülen tadilat işi bitmiş, sanırım uzunca orada yerleşme kararları alınmıştı. Babam bir ara uğrayıp önemli eşyaları götürmeye gelecekti. Özet olarak evimde yapayalnız kalmıştım. Bu bilinçli bir tercihti. Kendimle baş başa kalmak istiyordum, herhangi bir çapkınlık art niyetim için ailemden uzak kalmayı düşünmemiştim. Sadece böyle daha mutluydum.
Bu süre zarfında ingilizce bakımından eksiklerimi tamamlamak için çalışmalara başladım. Boş boş oturmak mantıklı değildi. Zaten okuyor, ve kültür konusunda kendimi zorluyordum.
Tarih koyduğum bu gün öğle vakti kapım çalındı. Kapıyı açtım. Kuzenim karşımda duruyordu. Tek bir omuzdan atılmış spor çantası ve altında üstünkörü çekilmiş dizleri çıkmış bir eşofman altı vardı. Yanaklarının kızarıklığı ve saçlarının neminden spordan çıktığını anladım.
Kapıyı açtığımda olduğu yerde çivilenmiş gibi donakaldı. Bakışmamız bir on saniye sürdükten sonra ağzı istemsizce açıldı:
-ne kadar zayıflamışsın.
“Evet” dedim.
“Ne kadar zayıflamışsın, neredeyse tanıyamadım” ona ne sebeple geldiğini yarı gergin bir tonda sordum. Kendisini içeri davet etmek istemeyen bir beden duruşu arıyordum. Bir elimle kapıya yaslanıp durmayı akıl ettim.
“Konuşalım ya” dedi. Sebep sordum. Üç beş lakırdı ettikten sonra içeri aldım.
Kanepede paralel oturuyorduk. Dirseklerim dizlerimde ellerim birbirine tutar halde aynı yönde oturuyorduk. Yüzüne çıkana kadar hiç bakmadım. “Anlatsana” dedim.
-Anlatsana, neden geldin.
Uzun bir konuşmaydı. Öncelikle melisi 1 senedir tanıdığını, onun neler yapabileceğini tam olarak kestiremediğini, her zaman içinde onunla ilintili “bir takım” üstün hisleri olduğunu anlattı. Benimle takılmaya başladıktan sonra onu tamamen unuttuğunu, ama gel gelelim bana çoktan tavır takınmış olduğunu, her erkekte bulunan bir takım “erkeklik duyguları” sebebiyle geri adım atmak istemediğini, bu sebeple melisle doğal bir şekilde ayrılık yaşayana kadar uzakta kalmanın en mantıklı yol olacağını düşündüğünü anlattı. Melisle “doğal bir ayrılık” yaşadıktan sonra tam bana gelmek üzereyken melisin onu bulduğunu, onun bir takım “kadınsı dürtüler” içerisine girerek kendisini baştan çıkartmaya çalışıp -kendi tabiriyle- “giderayak bu limanı da yakalım” kafasına girdiğini, kendisinin ona karşı beslediği “sâfi duyguları” suistimal ederek 1 yıllık arkadaşlığını iç etmeyi göze alarak “iki kuzen arasındaki bir aşka dayalı kıvılcımları” tetiklemek için şeytani ve gayri ahlaki fikirlere büründüğünü, ve kendisinin bu fikirler karşısıda malup olup yanıma tıpkı benim gibi yaralı bir şekilde geldiğini anlattı.
Ona her şeyin olup bittiğini izah ettim. Ve kibar bir şekilde evimi terk etmedini rica ettim. Özür dileyip gitti. Böylesine densizce hataları affedemezdim.
Sahile gidip bir banka oturdum. Deniz “aylardan kasım” dercesine biraz yaramazdı. Fakat hava güzeldi. Kararımdan vazgeçip koşmaya başladım. Antalyalıların anlayacağı üzere limandan falezlere kadar 7 km aralıksız koştum. Sahilin sonu falezlerle bitiyordu. Geri döndüm. Burası yeşillikle maviliğin birleştiği beach park adında bir bölgedir. Oradan eve ağır ölü adımlarla sürünürken A.. kafesine oturup dinlenmeye karar verdim. Çimliklerin üzerindeki bir sandalyeye oturdum. Sırtım kafeye, önüm denize dönüktü. Dalga sesleriyle ufuk çizgisindeki garip dumansılığı çözmeye çalışıyordum. Derken kafamdan aşağı koca bir bardak çilekli milkshake devrildi. Peşinden tiz bir çığlık patlayıverdi. Ellerimi omuz hizama kaldırıp döndüğümde iki tane ağlamaklı kızı üzerimi peçetelerle silerlerken buldum..